Covid-19 virüsü salgını
nedeniyle hiçbir sektörleşmenin ve işçi hakkının olmadığı dizi sektöründe dizilere
uzun bir süre ara verilmeyerek işçilerin, oyuncuların hayatı tehlikeye atıldı.
“Oyuncuların yok zannettikleri yasaları var bu ülkede
fakat biz bilmiyoruz, öğrenmeyi tercih etmiyoruz.”
“Mesela Netflix’te yayınlanan bir dizi var, ‘Atiye’. Onun
hazırlık aşamasında duvarları boyayan set işçisi öldü. Sigortasız
çalıştırılıyordu. ‘La casa de papel’ setinde biri ölseydi bu kadar kolay
olabilir miydi?”
Covid-19 virüsü sadece hastalık olmasıyla değil,
sonuçlarıyla bütün toplum dinamiklerini alaşağı etmesiyle de gündemimizde. İşçi
sınıfına kendini koruma fırsatı verilmemesi, ekonomik destek sağlanmaması
insana kölelik koşullarını hatırlatıyor. Tabii ki bu kölelik koşulları dizi
sektörü için de geçerli oldu. Zaten hiçbir sektörleşmenin ve işçi hakkının
olmadığı dizi sektöründe de dizilere uzun bir süre ara verilmeyerek işçilerin,
oyuncuların hayatı tehlikeye atıldı.
Bu da aklımıza tekrar aynı şeyi getirdi: Medya sektöründeki
mesleki örgütlenmelerin ne kadar problemli ve zayıf olduğu son yılların çok
konuşulan konularından biri. Sanatçı mı, işçi mi? Freelance mi, mesaili mi?
Sendika lazım mı, değil mi?
Sürekli tartışılan bu konuların arasından, oyuncu işçidir
diyerek çıkan Oyuncular Sendikası’nın yönetim kurulu üyeleri Tuba Erdem, Sercan
Gidişoğlu, Sermet Yeşil ve Genel Koordinatörleri Sinem Derya Çetinkaya ile
Oyuncular Sendikası’nın geçici bürosunda yani Akatlar Kültür Merkezi’nde salgın
henüz gündemde değilken buluşup konuştuk.
Oyuncular Sendikası’nın kuruluş sürecini anlatır mısınız?
Sendikamız 29 Mart 2011’de “Sahne, Perde, Ekran, Mikrofon
Oyuncuları Sendikası” olarak 63 kurucu üyesiyle resmen faaliyete geçti.
Öncesinde yaklaşık 1,5 yıllık bir çalışma sürecimiz oldu. Bu süreci
tamamladıktan sonra Türkiye’deki tüm meslektaşlarımıza genel bir çağrı yaparak
600 kişilik büyük bir buluşma gerçekleştirdik. Sektörün tüm sorunları,
ihtiyaçları ve bunları nasıl çözüme kavuşturacağımızı tabanımızla detaylı
olarak konuştuk. Yani biz aslında tabandan örgütlenen bir sendika olarak var
olduk.
Oyuncular Sendikası’na kimler üye olabilir? Tam olarak
hangi mesleki grupları temsil ediyorsunuz?
Adımızdan da anlaşılacağı üzere sahne, perde, ekran yani
aslında performans sanatçıları -oyuncu, dansçı, opera şarkıcısı, seslendirme
oyuncuları vb.- sendikamıza üye olabiliyor.
Oyuncular Sendikası’nda yönetim kurulunda olmak, işleri
yürütmek nasıl bir şey? Aklımızda canlanması için biraz anlatır mısınız?
Sercan G.: Bizler, yönetim kurulundaki arkadaşlar
olarak bu işi gönüllü yapıyoruz. Sağ olsunlar, genel kuruldaki arkadaşlar,
delegeler bizi takdir edip seçiyorlar ama tabii biraz da görev alma isteği
lazım. Çünkü çok fazla insan, taşın altına elini sokmak istemiyor. Ben dahil
bazı arkadaşlarımız daha önceki yönetim kurullarında da yer aldı, biraz da
mecburiyetten göreve devam ediyoruz. Yanlış anlamayın, bunu gönülsüzlük
anlamında söylemiyorum aksine işimizi severek yapıyoruz. Ama biraz mecbur da
bırakılıyoruz.
Normalde sendikalarda huzur hakkı diye bir şey vardır. Bizim
toplantılara katılmamız, faaliyet göstermemiz için vardır. Ama biz bunu bile
almıyoruz. Tamamen gönüllüyüz. Sadece kendi cebimizden para ve zaman harcayarak
meslek örgütümüz için bir şey yapmaya çalışıyoruz.
Oyuncular Sendikası’na göre örgütlülük ne demek?
Sercan G.: En basitinden bir arada durabilmek ve
kararlı bir biçimde meslek örgütü kültürüne sahip olmak… Herkesin bir kere
profesyonel olduğunu ve profesyonel olduğuna göre bir meslek örgütüne dahil
olması gerektiği fikrini kabullenmesi gerekiyor. Mesleki örgütleri işlevsiz ve
atıl alanlar gibi görmemesi gerekiyor. Çünkü örgütlenmeden, sebatla, sabırla,
bilimsel bir şekilde çalışmadan isteklerinizi, taleplerinizi elde edemezsiniz.
Örgütlülük, somut bir kurumun çatısı altında, gerektiğinde
kurumun da hantallığının ya da antidemokratik oluşunun önüne geçecek şekilde,
kurumu da dinamik tutmaya çalışarak sürdürülen bir mücadele olmalı. Ben
örgütlenmeden bunu anlıyorum.
Kendi örgütlenmemize dair tespitim de şu; sanatsal bir
alanda çalışan insanlar olarak oyuncular, örgütlülüğü oldukça zayıf bir
topluluk. Daha klasik üretim biçimlerinden gelen, mesela hizmet sektöründe
çalışan bir AVM işçisinin, işçi olduğuna dair farkındalığı daha yüksek.
Aslında oyuncu dendiğinde daha “eğitimli” bir insan
topluluğu akla geliyor. Aksi olması gerekmez miydi?
Sercan G.: Dediğiniz gibi okumuş bir kitle,
sanatla uğraşıyor ama insan haklarının, sosyal hakların en az tartışıldığı
yerlerden biri oyunculuk sahası. Oyun oynuyoruz, sahneye çıkıyoruz, daha
sahneye çıkan arkadaşımın sigortası yok!
Tuba E.: Neden örgütleniyoruz? Neden bu alanda
örgütlenmeye ihtiyacımız var? Türkiye son dönemlerde, dizi ihracatından sonra
ABD’den sonra ikinci ülke sıralamasında. Bu da bizim iş sahamızın hızlıca ve
fütursuzca büyümesine neden oldu. Ve bu büyüme de kalifiye olmayan işgücünün
önünü açtı.
Bir sinema filminin çekim süresi en az 6 ay, ekran süresini
de düşünürsek biz dizi sektöründe iki sinema filmini, bir haftada çekmiş oluyoruz.
Bu da neredeyse uyumadan, ekiplerin ikiye ya da üçe bölünerek çalışması demek
oluyor. Ayrıca bütün bu ekiplere yetecek kadar işgücü gerekliliği anlamına
geliyor. Böylelikle sektör geliştikçe para ilişkisi de büyümeye başlıyor.
Ardından hemen sömürü de geliyor. Örgütlenmeyi ben bu noktada önemsiyorum.
Oyuncuların yok zannettikleri yasaları var bu ülkede, fakat
biz bilmiyoruz, öğrenmeyi tercih etmiyoruz. Bir “Oyuncu duygusaldır, yalnızdır”
lafı tutturmuşuz…
Oyuncuların da oyuncu olmayanların da kafasında öyle imaj
var, doğru… Bir arada durma meselesiyle ilgili epey sıkıntı yaratıyor bu imaj…
Tuba E.: Bizde örgütlülük şöyle anlaşılıyor:
Sendikalar, yapımcılar, bürokratlar, kanallar el sıkışsın, bize ne yapacağımızı
söylesin, biz yaparız. Öyle bir şey yok. Sendika, tabanıyla var. Taban diyecek
ki yanlışlar var burada, biz de o zaman masalara oturup pazarlık yapabileceğiz.
Biz hiçbir zaman ne yapımcılara ne de kanallara düşman olduk. Hep olumlu
çağrıda bulunduk. Gelin, bu sektörü hep beraber ayağa kaldıralım dedik. Çünkü
bu sektörü hep beraber yürütüyoruz.
Bürokrasiyi de bu iş sahasıyla ve bu meslekle ilgili
uyandırmışsınız aslında… Oyunculuk denince artık genellikle akla dizi sektörü
geliyor, tiyatro alanında durumlar nasıl?
Sermet Y.: Tiyatrolar da çalışma şartları ve
örgütlenme bakımından oldukça zayıf bir alan. Mesleki olarak “iki kalas bir
heves”le ilişkilendiriliyor yıllardır. Bir de oyuncu olmanın, bu ülkenin
coğrafyasından gelen de bazı zorlukları var. 1961 Anayasası’na kadar, mahkemede
tanıklığı bile geçerli olmayan bir meslek dalıydık biz. Eğer bir cinayet
görürseniz, sizin tanıklığınıza inanmıyorlardı. Çünkü mesleğiniz yalan söylemek
olarak adlandırılıyordu.
Devletin kültür faaliyetlerine bakışıyla ilgili sorun
yaşıyoruz aslen. Bizim sendika olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve
Kültür Bakanlığı’yla birebir ilişkimiz var. Kültür Bakanlığı’na gidip tiyatro
gösterimlerinden bilet başına aldığınız vergiyi düşürmelisiniz dememiz
gerekiyor. Eğer bu vergi düşmezse bilet fiyatları arttıkça artacak ve oradaki
meslektaşımız sigortasız çalışmak zorunda kalacak. Aynı zamanda seyirci de bu
artıştan etkilenecek.
Kültür sanat faaliyetlerine devletin bakışı şu an nasıl?
Sermet Y.: Şimdiki devlet aygıtının kültür
sanata şu gözle baktığından neredeyse eminim: “Bu benim omuzlarımda bir yük.
Ben bu yükü özel iştirakçilerle paylaşmalıyım. Bu yükü üstümden atmalıyım çünkü
maliyeti şu kadar, getirisi bu kadar.” Ama sağlık hizmetlerine bu gözle
bakamazsınız. Gerçi şu sıralar sağlık sektörü için de aynı şey düşünülüyor.
Yaklaşık 7-8 yıldır bunun reformları üzerinde çalışılıyor ve hatta yapılıyor.
Şu an bütün devlet hastaneleri şirket gibi yönetiliyor.
Anlıyoruz ki devlet bünyesinde şunu işletmeye çalışıyor:
Bütün yüklerden kurtulalım, biz sadece aracı olalım. Devlet sadece devletliğini
yapsın, diğer hizmetleri özel sektör üstlensin. Kısacası devlet daha da
sosyalleşmesi gerekirken giderek daha da ticarileşiyor.
Tuba E.: Bu noktada devlet kendi elini
çektiğinde, herhangi bir alanda bulunan güç sahibi kişiler kendi kurallarını
kendileri koymaya başlıyorlar. Neredeyse her yer sömürüye açık hale geliyor.
Evet, özellikle dizi setleri vahşi bir cangıl gibi!
Tuba E.: Bakın, biz setlerdeki bu sömürü şartlarına
bu yaşta katlanmakta zorlanırken, 3- 5 yaşında çocuklar saatlerce çalıştırılıyor,
hem de uykularından uyandırılarak! Biraz sert konuşacağım bu konuda… Anne
babaları işlerini güçlerini bırakıp çocuk üzerinden para kazanma derdine
düşüyorlar. Çocuğu çalışmaya zorluyorlar. Setteki çekimin bitirilmesi için
çocuk okuldan alınıp sete getiriliyor! Kazanılan paralar çocuğa harcanıyor mu
harcanmıyor mu belli değil. Çocuk, evi geçindiren kişi oluyor. Bu sebeple
Oyuncular Sendikası olarak çocuğu sadece işverenden değil ailesinden de
koruyacak bir sistemi hayata geçirmeye çalışıyoruz. Hatta şunu söylemeliyim ki
dünyadaki gelişmiş ülkelere bile model olabilecek bir sistem yaratmanın
peşindeyiz.
Çocuk işçi… Ki bizim yasalarımıza göre çocuk işçi
çalıştırmak yasak!
Sercan G.: Biz onu kurum olarak kültür sanat
alanında yasak olmaktan çıkarttık aslında. Kanuna bir istisna maddesi
ekleterek… Tabii ki hem şahıslar hem de kurum olarak çocuk işçiliğine karşıyız
ama kültür sanat alanında dünyanın her yerinde “çocuk oyuncu” statüsü var. Bu
statünün hayata geçmesi için bakanlığa baskı yaptık.
Kültür sanat alanında çocuk “çalışmalı” ancak bu kesinlikle
çocuğun fiziksel, zihinsel, ruhsal, duygusal gelişimini ve eğitimini
engellemeyecek şekilde düzenlenmeli. Kültür sanat alanında ancak ve ancak
çocuklar belli koşullar altında “çalışabilir”. Bu koşullar için de Amerika’yı
yeniden keşfetmeye gerek yok. Bunu yapmış ülkeler var, kurallar belli.
Uyulmadığı zaman cezaların çok ciddi olması lazım.
Çocuk aslında toplum olarak hepimizin koruması, kollaması
gereken birey. Çocuğun tarifi bu. Belli bir yaşa gelene kadar sadece anne
babasının değil, devletin de toplumun da koruması gereken birey. Yeri gelir
devlet, çocuğu, anne babasından da korur. Zaman zaman çocuk oyuncular çok ciddi
paralar kazanıyor, o paraların üzerinden aile ve başkaları ekonomi yaratacak
diye çocuğa eziyet etmeye kimsenin hakkı yok.
Belli ki ebeveyn sömürüsü de işin içine giriyor. Peki, bu
noktada Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bir dahli var mı? Nedir
bakanlığın yaklaşımı?
Sercan G.: Biliyorsunuz Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’yla Aile Bakanlığı birleşti, tekrar ayrılmaları sözkonusu
ama birlikte işliyorlar hâlâ. Az önce bahsettiğim kanun maddesi diyor ki;
“Devlet bunu ilgili yönetmelikle düzenler, altı ay içinde de yönetmeliği
çıkarır.” Bu yasa 2014’te çıktı. 6 ay, 6 yıl oldu. Hâlâ Çalışma Bakanlığı, bu
konuyla ilgili yönetmeliği çıkarmadı. Yönetmeliğin son taslağında en büyük
eksikliğin olduğu nokta, cezai yaptırımların çok hafif olması. Başka ülkelerde
cezai yaptırımlar bu kadar hafif değil; ikinci ya da üçüncü ihlalde hapis cezasına
kadar varıyor konu.
Taslağın bu haliyle yapımcı hafif para cezasını ödeyip
istediği şekilde çocuğu çalıştırmaya devam edebilir. Ama her şeye rağmen bir
başlangıç bu yönetmelik. Çünkü pozitif olarak şunlar da var: Yaş gruplarına
göre çalışma saatlerinin düzenlenmesi, sette pedagog bulundurma zorunluluğu,
sette oyun alanı bulundurma zorunluluğu, çocuğa yetişkinlerle aynı ortamı
paylaştırmama zorunluluğu, okulu ihmal etmeme zorunluluğu, çocuk oyunculuğa
başlamadan önce psikiyatristten rapor alma zorunluluğu… Ha, bunlar ne kadar
uygulanır orası ayrı ama yine de bunların kâğıt üzerinde yer alması bile bizim
elimizi güçlendirir. Sürekli baskı yapıyoruz ama Çalışma Bakanlığı’yla bir
türlü ilerleme sağlayamıyoruz.
Tuba E.: Bir buçuk sene önce Konya’da bir sette
bir çocuğun %70’i yandı. Herkes unuttu ama Oyuncular Sendikası hâlâ bu durumu
takip ediyor. Bu mevzu bize ulaştığında hemen basın açıklaması yaptık.
Oyuncular Sendikası olmasaydı bu işin üzeri hemen kapatılacaktı. Çocuk, o dönem
yoğun bakımdaydı, biz hayata dahi dönemeyeceğini düşünüyorduk. Basın
açıklamasından hemen sonra kanal yetkilileri (TRT) hemen konuya dahil oldu.
Ben bir buçuk sene sonra geçen hafta Konya’daydım, çocuğu
yeniden ziyaret etmek için. Çocuğun vücudunu gördüm; ben hayatımda böyle bir
deformasyona şahit olmadım! İnsanlar bir buçuk saat çay içerek, çekirdek
çıtlayarak bir şeyler izleyecek diye, bir çocuğun hayatı bu şekilde sönemez!
Yapımcı ve kanal bu işin neresinde? İlgileniyorlar mı?
Tuba E.: Kanal ilgileniyor bir tek… Çok
ilgililer başından beri. TRT Genel Müdürü İbrahim Eren ve görevlendirdiği
kişiler konuyu sahiplenmiş durumda. Doktoru da aynı şekilde…
Sermet Y.: Özel kanal olsaydı bu kadar
ilgilenmezlerdi. Devletin kanalı olduğu için durum böyle.
Peki, yapımcı ne oldu?
Tuba E.: Biz bu diziyi yayından kaldırttığımız
için yapımcı da beklediği geliri elde edemedi ve iflas etti. Yapımcının çok
ciddi bir katkısı yok. Mağdurla aralarında bir tazminat davası var. Tazminat
kararı çıkarsa da nasıl ödeyecek, o da meçhul. Ödeyemezse hukuki süreç devam
edecek.
Yapımcıların hepsi böyle demiyoruz elbette ama bakın, bir
Sevgi Birsel örneği var… “Hıçkırık” diye bir dizi yaptı, oyuncuları iki yıldır
paralarını alamıyor. Kadın bir de çıkıp üstüne üstlük, “Ben dolandırıcı
değilim” diye beyanat veriyor!
Çok korkunç bu anlattıklarınız…
Sercan G.: Mesela Netflix’te yayınlanan bir dizi
var, “Atiye”. Onun hazırlık aşamasında duvarları boyayan set işçisi öldü.
Sigortasız çalıştırılıyordu. Set başlamadı diye hazırlık aşamasında sadece
günlük yevmiyeyle güvencesiz ve tedbirsiz bir şekilde çalıştırılıyor insanlar.
Sercan G.: “La casa de papel” setinde biri
ölseydi bu kadar kolay olabilir miydi? Örgütlülük dedik, burada örgütlülüğün
şöyle bir önemi var. Biz sendika olarak ve şahıs olarak ben, rapor yazarak
direkt Netflix’in Amerika’daki merkezine bu olayı bildirdik, biliyor musunuz?
Türkiye’de kimsenin bundan haberi yok. Ve biz bildirdiğimizde Amerika’daki
merkez henüz bu olayı bilmiyordu.
Nasıl? Türkiye ekibi bunu bildirmemiş mi?
Sercan G.: Biz iletişime geçtiğimizde böyle
ölümlü bir kaza olduğundan haberleri yoktu!
Netflix, Türkiye pazarına giriyor ama çalışma kültürü
Türkiye’ye gelemiyor yani…
Sercan G.: Çünkü işi buradaki firmalara taşere
ediyor. Biz örgüt olarak uluslararası seviyede de bazı çalışmalara devam
ediyoruz. Mesela FIA-Uluslararası Aktörler Federasyonu’nun üyesi ve yönetim
kurulu üyelerinden biriyiz. Şu anda FIA’nın bir çalışma grubu var. Ben oranın
da aktif öznelerinden birisiyim. Netflix ve diğer uluslararası firmalarla
görüşmeler yürütüyoruz. Ancak Netflix özelinde, özellikle iş sağlığı ve
güvenliğini ilgilendiren konularda minimum bazı standartların lokal
yükleniciden bağımsız, global bir şekilde oluşturulmasına yönelik istişareler
yürütülüyor. Bir meslek örgütün olmasa bunların hiçbirini hayal dahi edemezsin!
Nisan ayında FIA’nın Avrupa Grubu Toplantısı İstanbul’da
yapılacaktı fakat Corona virüsü sebebiyle toplantıyı erteledik. Büyük çaplı bu
toplantıda, sadece Avrupa sendika başkanları değil, FIA başkanı ve Amerika
Oyuncular Sendikası Başkanı da katılacaktı. Sanatta ifade özgürlüğüyle ilgili
de büyük bir panel organize edecektik. Şimdi dünyadaki süreci takip ediyoruz,
gerekli sağlık koşulları oluştuğunda bu büyük buluşmayı tekrar hayata geçirmeyi
planlıyoruz.
Bütün dünyaya yayılan #metoo hareketinden de söz etmek
isteriz… #metoo’da gündeme gelen konular bizim ülkemiz için de geçerli mi?
Gerçekten kadın başroller, erkek başrollerden daha mı az kazanıyor? Sektördeki
toplumsal cinsiyet eşitsizliği size nasıl yansıyor?
Sercan G.: Toplumsal cinsiyet eşitliği açısından
oyunculuk alanında çalışan kadın-erkek sayısı neredeyse birbirine denk. Biz o
noktada neredeyse %50 oranını yakalamış nadir işkollarından biriyiz. Sayısal
bazda sıkıntı yok. Sıkıntının başladığı yer, kadının ve erkeğin belli rollere
mahkûm edilmesi, dizi sektörü özelinde konuşursak.
Oyuncu kaşeleriyle ilgili olarak da elimizdeki bilgiler çok
spekülatif aslında. Bizim de elimizde sayısal bir veri yok. Ama Hollywood’daki
kadar büyük uçurumlar yaratmasa da burada da eminim vardır. Duyduğumuz rakamlar
içinde genellikle en yüksek rakamlar erkek oyunculara ait oluyor. O da bir
gerçek.
Taciz olaylarının sıklığı nedir? Sizin önünüze hangi
durumlar geliyor?
Sercan G.: Taciz, mobbing boyutu, dünyada son
yıllarda #metoo’yla da birlikte daha görünür hale gelmeye başladıkça bize de
özellikle son 2- 3 yıl içinde gelen çok vaka oldu. Kurulduğumuz ilk aşamada bu
kadar başvuru yoktu, bunun üzerine bir birim kurma kararı aldık. “Toplumsal
Cinsiyet Eşitsizliği – İşyerinde Taciz ve Mobbingle Mücadele” adında büyük bir
birim kurduk. Yönetim kurulu üyelerimizden Ece Dizdar şu anda bu birimin
sorumluluğunu üstlenmiş durumda.
Tam olarak sendika konunun neresine dahil oluyor? Hukuki
destek mi sunuyor?
Sinem H.: Şikâyet merci olarak bir konum
edindik. İlk önce şikâyetçi tarafı dinliyoruz. Bununla ilgilenen alanında
uzman, gönüllü avukatlarımız da var. Sonrasında bir değerlendirme yapıp yol
haritası çıkarıyoruz. Konunun ifşa edilip edilmemesini beraber
değerlendiriyoruz.
Tabii burada beyan sahibinin kişisel kararı devreye giriyor.
O yüzden genellikle birçok vaka kamuya ulaşmıyor. Adli sürece gidiyorsa
gidiyor, gitmiyorsa taraflar anlaşıyor çünkü bu da olabiliyor bazen,
vazgeçebiliyor, yüzleşmek istemeyebiliyor vs. Genel hatlarıyla böyle bir
mekanizmamız var.
Tuba E.: Mobbing ne? Taciz ne? Ne neye girer?
Oyuncuların kafasında bunları oturtması ve netleştirmesi gerekiyor. Özellikle
mobbing çerçevesi tam olarak belli olmayan, genelde alenen yapılmayan, mobbinge
maruz kalan kişinin kafasını karıştıran bir baskı yöntemidir. O yüzden birçok
kişi neye maruz kaldığını anlamakta zorlanıyor. Taciz ise biraz daha somut bir
şey olarak tanımlanabilir. Sözlü veya beden bütünlüğü suistimal eden ciddi bir
konudur.
Sercan G.: Çok suistimale açık bir alan bir
yandan da…
Tuba E.: Tabii… Anlayamıyorsun,
adlandıramıyorsun. “Şaka yaptı ya!” diyorsun… Ya da karşı tarafa, “Sen ne
yaptın bana?!” dediğinizde, “Amaaan sen de ne üstüne alınıyorsun, şaka yaptık!”
deyip konuyu sana döndürebiliyor. Şöyle bir gerçeklik de var, bazı kişiler
yaptığı hareketlerin mobbing ve taciz olduğunun farkında bile değil! Bu konuda
ciddi bir bilinçlenmeye ihtiyaç olduğunu gördüğümüz için bu konuda sektörümüze
özel bir yol haritası oluşturmaya çalışıyoruz.
Kaynak: EPISODE DERGİSİ
Röportaj: Ezgi Özcan